Körfez ülkeleri İran-İsrail geriliminde nasıl konumlandı?
İran'ın Körfez'deki ABD üslerine yönelik saldırıları sonrası Körfez ülkeleri güvenlik, diplomasi ve dış politika alanlarında çok yönlü adımlar atma eğiliminde.

İٲԲܱ
Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Rakipoğlu, İran-İsrail geriliminde Körfez ülkelerinin tutumunu AA Analiz için kaleme aldı.
***
AA'nın WhatsApp kanallarına katılın, önemli gelişmeler cebinize düşsün.
🔹 Gündemdeki gelişmeler, özel haber, analiz, fotoğraf ve videolar için
🔹 Anlık gelişmeler için
İsrail'in 13 Haziran 2025'te başlattığı İran'a yönelik geniş çaplı saldırılar ve İran'ın bu saldırılara karşı misillemeleri, Körfez ülkelerini jeopolitik ikileme sürükledi. Güvenlik, enerji-su güvenliği ve diplomasi ekseninde üçlü sınavla karşı karşıya kalan Körfez ülkeleri, hem İran'ın bölgesel nüfuzundan duydukları endişeyi hem de İsrail'in kontrolsüz agresifliğinin yarattığı istikrarsızlığı yönetmek zorunda.
Güvenlik paradoksu
Körfez ülkeleri, coğrafi konumları ve sınırlı askeri kapasiteleri nedeniyle İsrail-İran çatışmasının "ilk mağdurları" olma riskini taşıyordu. İran'ın balistik füze ve insansız hava aracı (İHA) menzilindeki bu ülkeler, 2019'da Aramco tesislerine düzenlenen saldırı ve 365bet籭'deki Husi füze atakları gibi örneklerle kritik altyapılarının savunmasızlığını zaten deneyimlemişti. Haziran 2025'te İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini hedef alan vur-kaç operasyonları, Körfez'in güvenlik endişelerini yeniden alevlendirdi.
Körfez'in savunma stratejisi iki eksenli bir paradoksa dayanıyor. Bunlardan ilkini Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) sağladığı güvenlik şemsiyesi ve Beyaz Saray yönetimlerine bağımlılık oluşturuyor. Körfez İş Birliği Konseyi (KİK) üyeleri, Patriot ve THAAD gibi hava savunma sistemlerine yaptıkları yatırımlara rağmen ABD'nin 5. Filosu gibi dış güvenlik garantilerine bağımlılıklarını sürdürüyor. Ancak Washington'ın İsrail'e koşulsuz desteği, Körfez'de "ABD'nin bizi İran misillemelerine karşı koruyamayacağı" algısını güçlendiriyor. İkinci paradoks ise normalleşme eğilimleridir. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn'in 2020'de İsrail'le imzaladığı Abraham Anlaşmaları, kısmen İran'a karşı ortak cephe oluşturma amacı taşıyordu ancak İsrail'in tek taraflı saldırganlığı, bu ülkeleri "İran tehdidine karşı İsrail'le ittifak" ile "Tel Aviv'in bölgesel istikrarı hiçe sayan tutumu" arasında sıkıştırdı. Suudi Arabistan gibi ülkelerin İsrail'le normalleşme müzakerelerini askıya alması, bu gerilimin diplomatik yansıması oldu.
23 Haziran'da İran, ABD ve İsrail'in ortaklaşa gerçekleştirdiği saldırılara yanıt olarak Körfez'deki Amerikan askeri üslerini hedef aldı. Özellikle Katar'daki El-Udeyd Üssü'nün hedef alınması, bölge için önemli kırılma anıydı. Nitekim bu üs, ABD'nin Orta Doğu'daki en büyük askeri varlığı ve operasyonların merkezi olarak biliniyor. İran'ın bu adımı, Körfez güvenlik mimarisinin zayıf noktalarını bir kez daha gözler önüne serdi. Körfez'de "alanın savaş sahasına dönüşme" korkusu derinleşti.
Körfez'in bu askeri kırılganlığı, hibrit bir savunma modeline yönelimi zorunlu kılıyor. Hem KİK içinde entegre savunma ağları (örneğin, ortak hava savunma komutanlığı) hem de Çin ve Rusya gibi aktörlerle alternatif silah anlaşmaları bu modelin parçaları. Ancak İran'ın "Körfez topraklarından İsrail'e operasyon izni veren ülkeleri hedef alacağı" yönündeki açık tehdidi, bu esnekliğin sınırlarını gösteriyor. Buna göre, İran'ın Körfez'deki ABD üslerine yönelik saldırıları sonrası Körfez ülkeleri güvenlik, diplomasi ve dış politika alanlarında çok yönlü adımlar atma eğiliminde. Güvenlik alanında ABD ile savunma koordinasyonunu artırma, bölgesel hava savunma sistemlerini güçlendirme ve Çin, Rusya, Fransa ve Türkiye gibi ülkelerden yeni silah tedariki gibi tedbirler öne çıkıyor. Diplomatik cephede ise İran'a yönelik kınamalar sertleşirken, KİK içinde ortak pozisyon alma çabaları hız kazandı. Aynı zamanda Körfez ülkeleri hem ABD hem Çin ve Rusya ile diplomatik kanalları açık tutarak krizin büyümesini engelleyecek çok taraflı denge siyaseti izliyor.
Enerji ve su güvenliği
İsrail-İran gerilimi, Körfez'in ekonomik can damarlarını doğrudan tehdit ediyor. Bu anlamda Hürmüz Boğazı ve petrol jeopolitiği öne çıkıyor. Nitekim küresel arzın yüzde 30'unu günlük 20 milyon varil petrol Hürmüz'den geçiyor. İran'ın boğazı kapattığına dair açıklamalar, Körfez ülkelerini Suudi Arabistan'ın Doğu-Batı boru hattı gibi alternatif güzergahlara yöneltse de bu projeler kapasite açısından yetersiz. Çatışmanın ilk haftasında petrol fiyatlarının yüzde 12 artması, kırılganlığın ekonomik bedelini ortaya koydu. Ayrıca, İsrail saldırganlığı nedeniyle başlayan çatışmalar enerji sektöründe aksamalara, finansal piyasalarda dalgalanmalara, turizm gelirlerinde ve yatırımlarda azalmalara sebep oluyor.
İkinci olarak İsrail-İran gerilimi nükleer ve su krizi riskleri taşıyor. İsrail'in İran'ın Buşehr nükleer santralini vurma ihtimali, Körfez'de radyolojik kirlenme korkusunu tetikledi. Bölgedeki 60 milyon insanın su ihtiyacının büyük kısmı deniz suyu arıtma tesislerinden karşılanıyor. Radyoaktif sızıntı, içme suyu kaynaklarını, tarımı ve balık stoklarını yok edebilir. Katar Başbakanı'nın "3 gün içinde susuz kalabiliriz." uyarısı, tehdidin boyutunu özetliyor. Körfez'in aldığı önlemler stratejik su rezervleri, radyasyon izleme sistemleri gibi kriz anı yönetimine odaklanıyor. Ancak kalıcı çözüm, çatışmanın diplomatik yolla sonlandırılmasına bağlı.
Diplomasi ve denge siyaseti
Körfez ülkeleri, 2020'lerde İsrail ve İran'la paralel normalleşme hamleleriyle çok boyutlu dış politika inşa etmişti ancak savaş bu dengeyi sarstı. Bu anlamda birçok dinamik ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki, Körfez'in arabuluculuk çabalarıdır. Katar ve Umman, İran ile ABD arasında ateşkes için köprü oldu. Suudi Arabistan, İsrail'i "ölçüsüz güç kullanımı" konusunda uyarırken, İran'a da "meşru savunma hakkını aşmama" çağrısı yaptı. İkinci dinamik ise Körfez ülkelerinin İran'da rejimin değişmesine yönelik korkusu. Körfez, İran'da kaos çıkmasını istemiyor. Riyad ve Abu Dabi, Tahran'da rejim çökerse Şii-Sünni gerilimlerinin alevleneceğinden endişe ediyor. Örneğin, bir BAE'li diplomat rejim değişikliğine karşı olduklarını "İran'ın zayıflamasını isteriz ama parçalanmasını değil." diyerek ifade ediyor. Üçüncü dinamik ise Çin ve Rusya faktörü. Körfez, Batı eksenli diplomasiyi Çin'in ekonomik nüfuzu ve Rusya'nın askeri varlığıyla dengelemeye çalışıyor. Örneğin Suudi Arabistan, İran'la diyaloğu sürdürmek için Pekin'in arabuluculuğuna başvurmuştu.
Bununla birlikte İran'ın ABD'nin Katar'daki El-Udeyd Üssü'ne füze saldırısı düzenlemesi, daha önce İsrail saldırılarını kınayan Körfez ülkeleriyle Tahran arasında yeni diplomatik gerilim yarattı. Katar, saldırıyı "egemenliğe açık ihlal" olarak nitelendirirken, bölge basınında Katar'ın misilleme hakkını gündeme getiren açıklamalar yer aldı. Bu durum, Körfez ülkelerinin artık sadece İsrail'in değil, İran'ın da bölgesel hesaplaşmalarda kendi topraklarını araçsallaştırmasına karşı daha sert tutum alabileceğini gösteriyor. Bu noktada Körfez'in İran'a yönelik diplomatik tepkisi, bölgesel tarafsızlık arayışında önemli kırılmayı temsil edebilir.
Sonuç olarak Körfez ülkeleri, İsrail-İran arasında ABD'nin de dahil olduğu savaş istemiyor. Bu anlamda Körfez ülkeleri, İsrail-İran gerilimini "kim kazanırsa kazansın, biz kaybederiz" perspektifiyle okuyor. Güvenlikten enerjiye, diplomasiden su güvenliğine kadar tüm kritik alanlarda kırılganlıkları artan bu ülkeler, çözümü çok taraflı diplomaside görüyor. İsrail'in agresifliği veya İran'ın misillemeleri körüklenirse, Körfez'in kaybı sadece bölgesel değil, küresel enerji piyasalarını da vuracak. Ancak bazı işaretler, gerilimin daha fazla tırmanmayabileceğini gösteriyor. İran'ın saldırılar öncesinde ABD'ye bilgi verdiği, can kaybının yaşanmadığı ve ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a teşekkür ederek tansiyonu düşüren açıklamalarda bulunması, krizin kontrollü tutulduğu algısını güçlendiriyor. Bu, Körfez ülkeleri açısından da çatışmanın büyümeden durdurulabileceğine dair umutları artırıyor. Trump'ın İsrail-İran arasında ateşkes ilan edildiğini açıklaması da bu algıyı güçlendiriyor.
Körfez'in çıkış yolu, "ne İsrail ne İran" ikilemine sıkışmadan, uluslararası aktörlerle koordineli ateşkes mücadelesi vermekten geçiyor. 2025 krizi, Körfez'in "dengeli tarafsızlık" stratejisinin sınırlarını test etse de aynı zamanda bölgenin diplomatik esnekliğini güçlendirme fırsatı da sunabilir.
[Dr. Mehmet Rakipoğlu, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.